Geçmişi Unuttuk mu?
Kutsal kitaplarda anlatılan bazı olayların dinsel bir öykü değilde, gerçek tarihi anlattığını hiç düşündünüz mü? Mitolojinin bir masal değil, yaşanmış olayları naklettiği hiç düşündünüzmü ?
İSA’nın çarmıha gerildiği son dakikalarında Hristiyanların mazbutatı tarihiyelerinde ( ELİ ELİ LAMA SABAK TANİ ) sözlerini sarf ettiği yazılıdır. O esnada hazır bulunanlar ne İbraniceye ve ne de Küçük Asya dillerinin hiç birine ait olmayan bu meçhul sözlerden bir mana çıkaramayarak bu sözleri ( ALLAHIM ALLAHIM, BENİ NEDEN YALNIZ BAŞIMA BIRAKDIN ! ) anlamında olarak ( ELİ ELİ LAMA SABAK TANİ ) şeklinde İbranice bir cümle olarak zanetmişler ve İSA’nın ağzından çıkan ( SABAK TANİ ) sözü İbraniceye hiç münasebeti olmadığı için bunuda ( ASAB TANİ ) şeklinde kalb etmek suretile İbraniceye benzetmişlerdir.
Halbuki İSA uğradığı kahr ve ıztırabı etrafında bulunan düşmanlarına sezdirmemek için senelerce Hindistanda Himalaya Manastırlarında tahsil ettiği MU dilile ( HELE HELE LAMAT ZABAK TANİ ) yani ( FENALAŞIYORUM, FENALAŞIYORUM, YUZÜMÜ KARANLIK İSTİLA EDİYOR ) anlamında olan MU sözlerini sarfetmiş olduğunu ve bu sözlerin MU dilinin aşağı yukarı devamı olan MAYA dilinde mevcud ve yukarıdaki manaları ihtiva etmekte olduklarını MAYA dili Alimlerinden müteveffa Professor DON ANTONİO BATRES JAUREQUİ’nin izahatına istinaden CHURCHWARD ( The Sacred Symbols of Mu )adlı eserinin 55inci sahifesinde anlatılıyor. Bu da İSA’nın MU dilini MU’nun din ve kozmiz İlimlerini tahsil için öğrenmiş olduğuna kuvvetli bir delil teşkil etmektedir. Hz.MUHAMMEDİN de tıpkı MUSA ve İSA gibi MU’nun dil ve dinini öğrendiği aşağıdaki mühim bir ip ucundan istidlalen anlaşılacaktır:
Churchward’ın ( The Sacred Symbols of Mu ) adındaki eserinin 130 uncu sahifesinde MU diline ait en eski sözlerden biri olarak ( TA – HA ) kelimesinin zikri geçmektedir. Vaktile MU kıtasına dahil olup mezkur kıta battıktan sonra ayakta kalmış olan PASİFİK denizindeki adaların yerli ehalisi arasında bu sözün ecdatlarından kalma mukkaddes bir söz olarak kullanıldığı hakkında izahata tesadüf etmekliğim üzerine derhal KURAN’da bir sure başını teşkil eden ( TA – HA ) kelimesini göz önüne getirip KURAN müfessirleri tarafından bu ane kadar manası izah edilememiş olan bu sözün MU dilinde ( TA – Yıldızlar, HA – Su ) yani ( SU İHTİVA EDEN YILDIZLAR ) anlamında olduğunu Churchward’ın izahatından anladıktan sonra bu meçhulü bu suretle anlamaktan mütevellit bir sevinçle KURAN’da daha bu gibi manası malum olmayan ( YA – SİN, TA – SİN, HA – MİM ) gibi esrarengiz sözlerinde MU diline ait olmaları ihtimalini göz önüne getirip ( MU ) dilinin az çok saf bir halde aynı olan MAYA lügatine müraceat ederek tahminimde aldanmadığımı ve bu sözlerinde bervechi atı manalar ifade eden halis MU sözleri olduklarını hayretle müşahade ettim ;
TA – HA sözündeki ( TA : Yıldızlar, HA : SU ) yani SU İHTİVA EDEN YILDIZLAR
Bunu CHURCWARD’ın izahatına müsteniden arz ediyorum. Bu ip ucunu elde ettikten sonra MAYA Lugati vasıtasile diğerlerinin manalarını kendim halle muvaffak oldum :
TA – SİN = TA : YILDIZLAR, SİN : SAHA, MINTIKA, HAVALİ, Yani ; yıldızların bulundukları saha, GÖK, SEMA .
HA – MİM = HA : SU, MİM : MU kıtasının alfabetik remzidir. MU yazısında MİM harfinin adıMU olup yazılışıda 41 inci sahifedeki tabloda görüldüğü üzere şu … şekilde küçük bir müstadildir.Dikkate şayandırki ilk yazılan KURAN larda MİM harfi tıpkı MU yazısındaki MUyani MİM harfinin aynı olan … şeklinde yazılmıştır. Bu izahattan sonra HA – MİM sözünün manası ( SUYA BATMIŞ MU KITASI ) demektir.
YA – SİN = YA : YAS, TEESSÜR, ELEM, SİN : SAHA, HAVALİ yani elem ve minhet sahası ve tabiri diğerle ( KÜREİ ARZ ) demektir.
İşte bu MU sözlerinin KURAN’da birer sure başlarında esrarengiz bir surette mevcudiyetleri Hz MUHAMMED’in de tıpkı MUSA ve İSA gibi MU dilini ve dinini tahsil ve vücuda getirdiği dini İSLAM’ın vahdaniyet ve ruhun ebediyeti ve saire hakkındaki esaslarını MU’dan Hindistan manastırlarına NAA – KAL ’ler vasıtası ile intikal eden ilim ve din esaslarından iktibas etmiş olduğuna delalet etmektedir. Bu mahsus MUHAMMED’in hayatını yazan İslam tarihçileri Müşarun İleyhin Sabavetini müteakip birkaç sene MEKKE’den tegayyüp ettiğini söylemeleride MUHAMMED’in bu gaybubet senelerini MISIR’da ve Müteakiben Himalaya ManastırlarındaMU’nun dini ve ilmi eserlerini tetkik ve tettebbu ile geçirmiş olduğuna kuvvetle ihtimal verdirmektedir.
James Churchward bu araştırmasında tüm kutsal dinlerin, farklı ırkların ve dillerin MuUygarlığı’ndan türediğini ortaya atmıştı. Mu kıtası bugünkü Pasifik Okyanusu’nda bulunan büyük bir anakaraydı. Zaten Mu’nun bu dildeki anlamı da Anakara ydı.
PLATON, FİSAGOR, THALES, DÖ MİLET gibi meşhur GREEK filozofları Mısır’da MU’nun yüksek felsefe ve ilimlerini tahsil ettikleri ve İSA’dan 500 sene evveline gelinceye kadar Greeklerin tahsil için tercihen Hindistan’a gittikleri ve Yunan Filozofları eski zamanlarda bu günkü OXFORD, CAMBRİDGE ve PARİS Üniversitelerinin rolünü oynayan Mısır ve Himalaya mabed ve manastırlarına giderek tahsil gördükleri, Churchward tarafından tespit edilmiştir.
Yukarıdaki satırlar, Ulu Önder ATATÜRK’ün, MU kıtası ve uygarlığı hakkında araştırma yapması için özel olarak görevlendirdiği, TAHSİN MAYATEPEK’in elde ettiği bilgiler ve raporlarından derlenmiş alıntılardır. Okuğumuz bu satırlarda yazılanlar, hafızalarımıza kazınan kimi bilimsel öğretilerin kuralların ve inançların gerçekleri tam anlamıyla yansıtmadığını ifade eden, gelecekte büyük tartışmalara
gebe olan bilgilerdir. Bilim ortaya çıkan bu bilgilerin zorlaması ile olayları ve bazı şeyleri yeniden keşfetmek zorunda kalacak gibi görünüyor.
Derin düşünce sahibi olduğu ve ileri görüşlülüğü her fırsatta ortaya konan ATATÜRK’ün; MUkıtası ile UYGUR’lar dolayısıyla TÜRK’ler arasındaki bağların ortaya çıkarılması için başlattığı araştırmalar ve çalışmalar bir çoklarının belirttiği gibi kafatasçı bir yaklaşım değil, tam aksine geçmişte yaşamış yüksek seviyede uygarlık ve medeniyet yaratmış bu insanların bilgi, deneyim ve tecrübelerini gün yüzüne çıkartıp onlardan faydalanarak hem kendi ulusunun hem de insanlığın gelişimine katkı sağlamaktır.
ATATÜRK büyük bir merak ve önemle araştırılmasını istediği ve üzerinde bizzat kendisinin çalışıp notlar aldığı MU kıtası ve uygarlığı konusunda TÜRK DİL KURUMU’nu devreye sokarak araştırma ve çalışmaların devam etmesini istemiştir. ATA’nın ölümünden sonrada bu araştırmalar rafa kaldırılmış ve unutulmaya terk edilmiştir. Tercüme edilen kitaplar bastırılmayıp Türk insanının bu konularda bilgi edinmesi engellenmiştir. Merak uyandıran acaba bu konu bilinçli olarak mı gündemden çıkarılıp unutturulmaya çalışıldığıdır. Çünkü KURAN’da o zamana kadar deşifre edilip çözülemeyen bu gizemli kelimeler bir anda mana ve anlam kazanmaktadır. Peygamberlerin ve getirdikleri dinler hakkında insanların inandıkları ve onlara öğretile gelen rutin dışında tamamen farklı bilgilerin ortaya çıkmasıyla bir takım rahatsızlıkların oluşacağını tahmin etmek için kahin olmaya gerek yok. Bilinmez ama ATATÜRK, belkide bu sebeplerden dolayı çoğunluğu Müslüman olan cahil bırakılmış Türk halkına dinsiz olarak lanse edilmiştir..
TAHSİN MAYATEPEK raporlarının tamamına yakın bir bölümünü Mu kıtası ve uygarlığı konularında uzman olan JAMES CHURCHWARD adındaki İngiliz okült yazarın araştırmalarına dayandırmış ve yazarın yaptığı araştırmalardan elde ettiği bilgileri bir araya getirerek yazdığı kitapları ( KAYIP KITA MU, KAYIP KITA MU’NUN ÇOCUKLARI, KAYIP KITAMU’NUN KOZMİK GÜÇLERİ-1 , KAYIP KITA MU’NUN KOZMİK GÜÇLERİ-2 ) ulu öndere tavsiye eder. ATATÜRK büyük bir merakla bu kitapları tercüme ettirip üzerlerinde çalışır ve notlar alır.
Hemen hemen bütün ömrünü cephelerde geçirmiş bir asker olan ATATÜRK’ün bu konuya neden, hangi sebeplerden dolayı merak saldığı bilimiyor ve kafalarda soru işaretleri bırakıyor. ATATÜRK’ün ölümünden sonra, bir başka asker devlet adamı olan ADOLF HİTLER’in bu konuda çalışmalar yapması konuyu daha ilginç bir şekle sokuyor.
Ayrıca Nazilerin kendilerine sembol olarak seçtikleri gamalı haç, (swastika) tamamen MU kıtası kökenli olması ve hayatı yaratan 4 temel kuvveti temsil etmesi konuyu çok daha ilginç bir şekle sokuyor. Naziler kendilerinin bildiği bir sebepten dolayı, gamalı haçın gamalarını ters yöne çevirerek ufak bir farklılıkla kullandılar.
Haziran 1937 de, Hitler ve Goering’inde aralarında bulunduğu Nazi ordusunun başta gelenleri, birliklerinden özel olarak seçilmiş kuvvetleri ülke dışına yolladılar.
Bu birliklerin görevi, uzay ve uzaylılarla ilgili bilgi toplamaktı. Araştırmalar sırasında Türkiye sınırları içinde Nuh’un Gemisinin bulunduğu farz edilen Ağrı Dağı ve civarında bazı hikayeler dinlerler. Bu hikayelere göre 200 nesil önce, gökyüzünden büyük ve de çok gürültülü bir ev yeryüzünüze iniyor. Ev olarak adlandırılan uçan nesnenin çıkardığı gürültü, köyde bulunan herkes tarafından duyuluyor. Daha sonraları köy halkından biri bu nesneyle karşılaşmış, İçinden çıkan insana benzeyen varlıklar adamı selamlamış ve Adama gemiye gelmesini söylemişler, Adam köylülere geminin dışının dokunulmayacak kadar sıcak ve parlak olduğunu, ayrıca içeri girdikten sonrada geminin havalanıp bir kuş gibi uçtuğunu, adamların içeri girdikten sonra taştan yapılmış şapkalarını çıkarıp onunla konuştuğunu anlatmış Bu anlatılan hikaye, Almanya’ya bildirilir. Bir ay sonra aynı bölgeye iki birlik daha gönderiliyor. Birinci grupta, Hitlerin ünlü kimyasal ölüm silahlarını üreten bilim adamları vardır. Bu grup, bahsedilen evi bulmak üzere görevlendirilmişti. Bilim adamları o günün bütün teknolojisini kullanarak bahsedilen evi aramaya başladılarlar. Sonunda da bu amaçlarına ulaşırlar. Bir dağın tepesindeki mağaranın içinde bu gemiyi bulurlar.
UFO, 25 metre genişliğinde ve 8 metre yüksekliğinde, dünyada bulunmayan veya bilinmeyen katı bir maddeden yapılmıştı. Bilim adamları gemiyi çalıştırmayı denediyse de başarılı olamadılar. Aralık 1938 yılında, bulunan UFO, büyük bir gizlilik içinde Almanya’ya götürüldü. UFO araştırması için Almanya’da ki en ünlü bilim adamları, Münih’in kuzeyinde kurulan bölgeleye getirildiler. Araştırma laboratuarı başka kuvvetler tarafından fark edilmemesi için eski tuz madenlerinin bulunduğu bir bölgeye konuşlandırıldı. Fakat bu bölgenin Amerika Birleşik Devletleri ajanları tarafından fark edilmesi uzun sürmedi. Nazi bilim adamları ise, UFO ve bileşenleri hakkında bir çok bilgiye sahip olmuşlardıbile.Temmuz 1941 de, Amerika Birleşik Devletleri, Oz kod adını verdikleri bir ajanını bu laboratuara sokmayı başardı. Oz, buranın resimlerini çekmiş, burası hakkında birçok belge ele geçirmişti. Fakat bunların Amerika’ya gönderilmesi sırasında, Almanya’da ki Nazi hazinesini toplayan Rus birlikleri tarafından bu belgelere ve resimlere el konuldu …
Almanlar Uzak doğulu rahiplerle de ilişkiler kurarak onların sahip oldukları bilgileri öğreniyorlar bulunup, okült bilgileri bir araya getirip onlardan yararlanıp yeni silah teknolojileri geliştiriyorlar.Sayıları 12 kadar olan Uzak Doğulu ( TİBETLİ ) rahip, müttefiklerin savaşın sonlarına doğru yaptıkları bombardımanlar sonrasında, Berlinde Alman hükümet sarayında ölü ele geçirilmesi konusudur ve bu konu bütün, dikkatlerden kaçmış araştırılmamıştır.
JAMES CHURCHWARD :
( D.27 Şubat 1851 ) – ( Ö.4 Ocak 1936 )
İngiliz asker, araştırmacı yazar ;
Albay rütbesiyle İngiliz ordusunda Hindistan’da görevli olduğu sırada bu ülkede büyük bir kıtlık yaşanır, Hint halkına destek olmak için İngiliz ordusu adına yardım çalışmalarına katılır. Bir tapınak okulunda, okulun Baş Rahibiyle birlikte kıtlık ve
açlıkla boğuşan Hint halkına yardım eder. Zamanla bu baş Rahiple aralarında güzel bir dostluk gelişir. Gelişen bu dostluk bizlere dünyanın, bugüne kadar erişilemeyen kimsenin bilmediği, geçmişi hakkında çok önemli ve inanılmaz bilgilere sahip olmamızı sağlamıştır. Araştırmacı ve meraklı kişiliği, öğrenme isteği CHURCHWARD’ı unutulmaya yüz tutmuş, sadece bir kaç Hintli rahibin okuyup konuşabildiği çok eski ve ilk insanların ortaya çıktıkları zaman diliminde konuştukları bir dil olan SANKİRSTçeyi öğrenmeye mecbur bırakıyor. Baş Rahipten iki yıl boyunca insanlığın ortaya çıktığı ilk zamanlarda konuştuğu bu dili öğreniyor. Zaman içerisinde Hintli Baş Rahibin arkeolojiye, tarihe ve bilime olan merakı, öğrenmeye açık kişiliği, aralarındaki sohbetleri bilimsel konuşmalara ve tartışmalara dönüştürür. RİSİ adlı bu Baş Rahip, aralarında gelişen dostluğun da verdiği güvenle, içeriğini kendisinin dahi bilmediği, tapınakta bulunan gizli bir arşivden CHURCHWARD’a bahseder. Arşivin gizeminin oluşturduğu heyecan CHURCHWARD’ın araştırmacı ruhunu sarar ve zorlu ikna çabaları sonunda tapınağın Baş Rahibi dostunu, içeriğini kendisinin dahi bilmediği bu arşivi gün yüzüne çıkarmanın kutsal bir görev olduğuna ikna eder. Böylece arşivde bulunan, MU kıtasında veya BURUMA’da yazıldıkları tahmin edilen NAAKAL tabletlerini uzun ve zahmetli uğraşlar sonucunda birlikte deşifre ederler.
CHURCHWARD hayatının bundan sonraki 50 yılını bu konu üzerinde araştırma yaparak geçirir. Bilgi edinebileceği her yere gider araştırmalar yapar, diğer araştırmacılar ile bilgi alışverişinde bulunur. Bu arada W.NİVEN adlı bir arkeoloğun orta Amerikada yaptığı kazılarda gün ışığına cıkardığı 2600 tableti deşifre ederek MU kıtası ve medeniyeti hakkında bilgilerini dahada geliştirir. Hindistan’daki manastırda deşifre ettikleri tabletlerin devamı gibi sayılan, birbirlerini doğrulayan bu tabletler sayesinde, bizlere ve gelecek kuşaklara, dünyamızın geçmişi hakkında bugüne kadar kimsenin erişemediği bilgileri ortaya çıkararak insanlığın ve bugünkü medeniyetin bilgisine, hizmetine sunar. Bu bilgiler, çözüm bekleyen bir çok soru işareti olarak bizlere, gelecek kuşaklara ve nesillere araştırılmak üzere miras kalıır. Ortaya çıkartılmayı bekleyen gerçek, bu gün insanlığın yaratmış olduğu medeniyetten çok daha gelişmiş ve teknolojik olarak aklımızın alamıyacağı seviyelere erişmiş, kainatın bizlerin mantık dahi yürütemeyeceği konuları hakkında bilgi sahibi olup 200.000 sene dünya üzerinde varolmuş bir uygarlığın, medeniyetin insanlık adına faydalar sağlayacak mirasıdır.
Bilim dünyası, gerek Churchward’ın ortaya çıkardığı Mu uygarlığının, gerekse bir diğer batık kıta olan Atlantis’in varlıklarını kuşkuyla karşılamaktadır. Ancak yine bilim dünyası, bu iki kıtanın battığı öne sürülen tarih olan 12 bin yıl önce dünyada büyük bir jeolojik olayın yaşandığını onaylamaktadır. Kaldı ki, dünyanın hemen her yerindeki kavim ve milletlerin tufan efsaneleri de, büyük bir felaketin yaşandığını doğrulamaktadır ve bilim dünyası ister kabul etsin, ister etmesin, Mısır, Maya kalıntıları, Paskalya adası uygarlığı gibi bugün nasıl ortaya çıktıkları izah edilemeyen birçok eser bu batık kıta uygarlıklarının varlığı ile mantıklı izahlara kavuşabilmektedir.
Bu MU uygarlığı gelişip insanlar çoğaldıkça, MU kıtasından insanlar diğer kıtalara, daha geniş arazilere ve ortamlara göç etmişler ve koloniler kurmuşlar doğal olarak orada yaşayan insanlarıda eğiterek, uygarlık seviyelerinin ve yaşam standartlarının yükselmesini sağlamışlar. Yayıldıkları kıtalarda ve yerlerde insanlığın ve anavatanın ilerlemesi gelişmesi amacıyla insanlık ve medeniyetleri için çalışmalar yaparak birçok olanaklar yaratmışlar. MU uygarlığı dünyanın birçok bölgesini binlerce yıl süren çeşitli dönemler içerisinde kolonize etmiş, oralara şimdilerde olduğu gibi yıkım, kan, ateş, yoksulluk ve kölelik değilde bilim kültür ve ışık götürmüş ve oraların halklarını inisiye etmiştir. Çağımızda bu durumun tamamen tersine dönmüş durumda olduğunu görüyoruz. Emperyalist ve sömürgeci amaçlar ön plana çıkartılarak, ülkeler kıtalar işgal ediliyor, Emperyalist ülkelere bağımlı koloniler yaratılarak insanlar köleleştiriliyor, emekleri ve zenginlikleri küçük bir azınlığın mutluluğu için sömürülüyor. Bu yanlış duruma karşı cıkıpta birşeyler yapmak isteyenler ve bunun için çalışanlara zulüm ediliyor ve insanoğlu mutsuz bir hayat yaşamak zorunda bırakılıyor.
Geçmişte var olmuş bu üstün medeniyeti kuran insanoğlu, tek bir yaratıcıya inanıp ona duydukları saygıdan dolayı, onu adlandırabilecek bir isim dahi verememişler. Onu sadece putlaştırmadan sembollerle tanımlamışlar ve sonunda dünya üzerinde gerçekleşen bir manyetik felaket sonucunda batıp gidene kadar bu inançlarını hiç kaybetmeden, değiştirmeden barış huzur ve mutluluk içinde yaşamışlar. Bugün dünya üzerinde yaşayan bizlerin, uygarlık medeniyet ve insanlık adına yaptığı yıkıcı, kanlı din savaşları bizlerin geliştirdiği uygarlığın, medeniyetin seviyesini gösteriyor.
Mu dininin bu kutsal sembolünün açılımı şöyledir;
İç içe geçmiş eşkener üçgenin içinde kapalı bir merkezi çember olduğu görülüyor. Tek bir figür oluştururlar ve bir tek anlamı vardır. Bu iki üçgen , çemberler arasını on iki bölmeye ayıran bir dış çemberle çevrilidir. Bu dış çember de tekrar on iki deniz kabuğuyla çevrilidir. Ama figürden aşağı doğru inen sekiz bölümlü bir kurdele vardır.
Merkezdeki çember, tanrının ortak sembolü olan ğüneş RA’nın resmidir ve Tanrı cennette olduğundan Tanrı ve cennet bu çemberle sembolize edilir.
İki çember arasında birbirine geçmiş iki üçgenle oluşan on iki bölme, cennete açılan on iki kapıyı sembolize eder. Her kapı bir erdemi sembolize eder. Buyüzden ruhun cennete girebilmesi için bu on iki erdeme sahip olması gerekir.
Dış çember, Mısırlıların Amentisini, öte dünyayı, orta dünyayı sembolize eder.
Orta dünyayı çevreleyen on iki deniz kabuğu, on iki karşı konulmaz isteği sembolize eder. Ruh öte dünyanın on iki kapısından geçebilmeden önce, dünyevi karşı konulmaz on iki isteğin üstesinden geldiğini kanıtlamak zorundadır.
Aşağı doğru inen kurdele de ruhun cennete ulaşması için yükselmesi gerektiğini sembolize eder. Burada kullanılan “ yükselme” kelimesinin antik anlamı, bir yüksekliğe yükselme anlamında değildi. Mükemmelliğe doğru daha yüksek bir seviyeye gelme anlamındaydı. Bu kurdelenin sekiz bölümü var. Bunlar, kişinin ruhunun öte dünyaya girmesinden önce aşması gereken sekiz yolu belirtir.
MU İNSANLARININ ANTİK DİNSEL İNANIŞLARI MODERN DİLDE ŞÖYLE VERİLİR ;
“ Cennete ulaşmak için sekiz yoldan geçmem gerektiğine inanıyorum. Sekiz yoldan geçtikten sonra, öte dünyaya giden on iki kapıya ulaşacağım. Burada on iki dünyevi isteğin üstesinden geldiğimi kanıtlamak zorundayım. Sonra, öte dünyanın içinden geçip cennetin kapısına varacağım. Burada, dünyada on iki erdemi öğrenip uyguladığımı göstermek zorundayım. Sonra, cennetin kapısından alınıp cennetin kıralının oturduğu şeref tahtına götürüleceğim.” Bundan sonradır ki gerçek ve ebedi saadete erebileceğim.
MU Kozmogonik diyagramına sonradan çeşitli eklemler yapılarak taşıdığı gerçek anlamlar değiştirilmiş çarpıtılmıştır. Bunun özellikle diyagramın ortasında bulunan daire sembolünde yapıldığını bildiriyor Churchward, şöyle ki;
Kainat iki unsurun birleşmesiyle meydana geliyor (o unsurlardan birisi erkek diğeri dişi ), şeklinde düşünülerek Kozmogonik diyagramda Güneş: Erkek olarak kabul edilmiş ve buna dişi olarak da Ay kabul edilmiştir.
Tanrı fikrindeki ikilemeyi belirtmek için Kozmogonik diyagramın Güneş sembolünü ortadan ikiye ayırmışlardır. Fakat bu Tanrının tekliğinin bozulması demek değildi. Böylece teşevvüş başladıktan sonra bu sembol hakkında çeşitli zamanlarda yanlış tefsirler ve boş inançlar doğmuştur. Örneğin son zamanların Mısır rahip sınıfı tarafından bozularak iyilik Tanrısı ve kötülük Tanrısı şeklinde çarpıtılmıştır.
Kozmogonik Diyagram’da güneş sembolünü ortadan ikiye ayırmakla Tanrının erkek ve dişi cephesi vardır diye sembolün bir tarafı erkek diğer tarafı dişi olarak kabul edilmiştir.
MU’daki diyagramda dışarıdan merkeze, “Göksel Baba”nın sembolüne doğru giderek yaklaşılma prensibi, Tanrının kendisiyle birleşmek, bütünleşmek anlamına gelen bir panteist ifade değildi, fakat bu da sonradan şu şekilde dejenere edilmiştir:
Mademki eninde sonunda tanrıyla birleşiliyor, şu halde; insanların kökeninin de oradan çıkmış olması gerekir.
Böylece MU’daki Tanrı kavramının aslından uzaklaşılarak Politeizm (çok tanrıcılık) ve Panteizm (kamu tanrıcılık) ortaya çıkarılmıştır.
Anavatan MU yaşadığı felaket sonucunda batınca başıboş kalan bu koloniler gün geçtikçe yozlaşmışlar sonuçta her konuda olduğu gibi insanlar anavatan MU’nun dininden çok farklı inançlara yönlendirilmişler, MU Dininin Mısır’da Dejenere Edildiği gibi;
Churchward, MU dininin daha sonra Atlantis’e ve diğer kıtalardaki MU kolonileri vasıtasıyla tüm dünyaya yayıldığını söylemektedir. MU’da bilim ve din öğretimi yapan bilim Rahipleri, kolonilerde de bu görevlerini sürdürmüşlerdir. Ne var ki, MU’lular zamanında RA-MU ve MUBilim Rahipleri tarafından öğretilen yayınlanan ve korunan “Kutsal Sırlar” daha sonra koloni rahiplerinin eline geçmesiyle dejenere edilmiştir. Özellikle Mısır Rahip sınıfı öğretim görevlerini bir meslek ve geçim vasıtası haline getirdiler, sembolleri taşıdığı anlamlardan uzaklaştırarak putlaştırdılar der Churchward.
Yazının başında KURAN’da, birçok insanın dikkatini çeken ve deşifre edilememiş bir takım anlamsız kelimeler, Tahsin MAYATEPEK’in yorumlarıyla anlam bulmuşlardır. Bunların ne kadar doğru nekadar yanlış olduğuna, dil bilimcilerine, tarihçilere ve bilim insanları karar verebilir, bizler şu anda sadece CHURCHWARD’ın analizeri, tespitleri üzerinde konuşup tartışabiliriz. Bir gerçek varki; insanlara doğru bildiklerinin, yanliş olduğuna onları ikna etmenin dünyanın en zor işi olduğudur.
Kim bilir belki birgün (MU – SA) ve (MU – HAM – MED) ile “ MU ” kelimeleri arasındaki benzerlik birilerinin dikkatini çeker ve araştırır.
Din konusu insanlık için her dönem büyük bir tabudur. Din; insanların huzur içinde mutlu bir şekilde yaşayabilmeleri ve yaratıcının kutsal isteklerini yerine getirmeleri için yaratıcının koymuş olduğu kuralların ortaya çıkardığı bir olgudur. Bu kuralları insanlara, gönderilen peygamberler ve onlarla birlikte gelen kutsal kitaplar öğretirler. İnsan yaşamını düzene sokmak, insanların hakkını hukukunu gözetmek aralarındaki anlaşmazlıklarda çözüm sağlanması için yaratıcı tarafından düzenlemiş kurallar apaçık bellidir. Nihayetinde bütün dinler insanların bu dünyada ve gelecekteki bilinmeyen yaşamlarında mutluluklarını sağlamak amacından yola çıkarak onlara ışık olmaya çalışır. Kutsal kitaplar, peygamberlerden daha sonraki dönemlerde yaşayan ve daha sonraları yaşayacak insanların, yaratıcının isteklerini ve emirlerini öğrenebilmesi, yanlışa hataya düşmemesi ve unutulmaması için yazılmışlardır. Fakat bu kutsal kitaplar indirildikleri bölgelerde yaşayan insanların kullandıkları dillerde yazılmış olduğu için diğer dillerde konuşan ve okuyup yazan insanlar için problem teşkil eder ve ancak tercüme edilerek öğrenilebilir. Okuyup öğrendikçe bu konudaki tabuların yıkabiliriz. Yaratıcı değişik dilleri onun gönderdiği ve okuyup öğrenmemizi istediği kutsal kitapları anlayamamamız için değişik yaratmış olduğunu düşünmek oldukça abest bir düşüncedir. Bazı kötü niyetli kimseler insanları istedikleri gibi yönlerdirebilmek için kutsal kitapların okunup tabuların yıkılmasını her zaman
engellemişlerdir. Yaratıcıya kendi dilimizle dua edip yakarırsak, evrende her şeyi, bütün dilleri ve bizleri yaratanın bizleri anlamayıp dualarımızı ve yakarışlarımızı kabul etmeyeceğini düşünmek ilk önce yaratıcının kendisine yapılan büyük bir hakaretir. Bu işlerin karmaşık ve anlaşılamaz hale gelmesinde çıkarı olanlar, insanların yaratıcının istediklerini öğrenmesini engelleyerek kendilerine ve birtakım kişilere bağımlı kalınmasını isterlerki, insanları istedikleri gibi yönlendirebilsinler.
MU tabletleri MU dininin anlaşılmasında esas bilgi kaynağını oluşturur ve günümüz dinlerine de ışık tutar, gerçekte günlük konuların haricinde bir farklı bir yanı bulunmaz. Churchward’a göre günümüze kadar gelen birçok dini inanışlar bir tek ortak kaynaktan çıkmışlardır, bu da MUdinidir. ( bu gün bütün dinler kaynaklarında Hz İbrahim’i göstermesi ve onun dini anlam kazanıyor ) Churchward , beşeriyetin ilk ve tek Tanrılı dininin Mu Dini olduğunu söyler. Bu dinin esasları ile günümüzdeki dinlerin esasları arasındaki benzerlikleri açıkça ifade eder.
MU’da bu dini öğretmeyi Naakaller denilen Bilim Rahipleri üstlenmişlerdi. Naakal olabilmek herhangi bir organizasyona tabi olmayan bir liyakat meselesiydi. Naakaller, din ve bilimleri sadece ülkelerinde değil, MU’nun kolonilerinde de kolejler açarak öğretmekteydiler. Onlar öğretmek, eğitmek için gittikleri bölge halklarını yüksek bir bilgi ve medeniyet düzeyine ulaşmasını sağlamışlardı. Naakaller tarafından öğretilen, yayınlanan ve korunan İlahi Sırlar’ı bir de sadece MU’nun hiyerarşik lideri durumundaki RA – MU bilirdi.
Churchwad konuyla ilgili araştırmalarından şunları tespit ediyor :
Dinle ilgili ilk bilgiler 70.000 yıl öncesine dayanır. Naakaller diye adlandırılan MU Üstatları, gizli ve dinsel yazıların kopyalarını çeşitli kolonilere ve koloni imparatorluklarına taşımaktaydılar. Naakaller her ülkede bu ilk din ( MU – DİNİ ) ve bilimleri öğretebilmek için kolejler açıyorlardı. Bu kolejlerdeki rahipler, sıraları gelince, halka öğretmek ve ders vermek için gidiyorlardı. Babil’de Chaldi diye adlandırılan bu kolejler hakkında bir belge bulunmaktadır.
Bu belgede şöyle deniliyor:
“Esir veya Prens, herkez hoş geldi. Tapınağa giren herkez eşit olmaktadır, çünkü herkes herkesin babası olan Göksel Baba’nın huzurundadır ve herkes birbirinin kardeşi sayılmaktadır.”
Bu gün İslami öğretide; bütün insanların ırk, renk, dil ayrımı yapılmadan kardeş ve eşit oldukları öğretilir. İbadethaneler Tanrının evidir ve orada tanrının huzuruna çıkılır.
MU’nun kutsal ve vahye dayanan yazıları, Doğulular tarafından “Altın Çağın Kitapları” diye adlandırılmıştır, bazı eski uluslar ise “İlahi Sırlar”olarak adlandırmışlardır.
MU’yu anlatan tabletlerde MU kozmogonik inançlarına bol miktarda rastlanılmıştır. Bu bölümlerde sıksık “Dört Yaratıcı Kuvvet”e değinilmektedir. Churchward , MU inanışındaki bu “Dört İlahi Kuvvet” ifadesinin taşıdığı asıl anlamlardan uzaklaşılmasının, sonradan MU’nun kolonilerinde ortaya çıktığını belirtiyor. İlk MU kolonilerinde anavatan inanışlarına kuvvetli bir bağlılık olduğundan, bu “Dört İlahi Kuvvet”e Tanrı’nın Kuvveti denildi. Bu ifade zamanla iyice dejenere olarak “Dört İlahi Kuvvet” in, her biri, birer ilah şekline sokuldu.
Tabletlerde geçen kainatın yaratılışı hakkındaki inancıda Churchward şöyle açıklıyor :
“Yaradan’dan çıkan “Dört Büyük Kuvvet” ilk olarak kaos içindeki bütün kainatta düzen ve kanun meydana getirip geliştiriyorlar. İkinci olarak emir üzerine bütün eşyayı yaratmakta icra edici oluyorlar. Üçüncü olarak; her şey yaratıldığında, ”Dört büyük Kuvvet”e bütün kainattaki fiziki olayların idaresi veriliyor.”
Yaratıcı Yedi Emir veriyor ve “Kutsal Dört” bunları yerine getiriyor, ifa ediyor.
Kainatın yaratılışı bir tablette ise şöyle ifade edilmektedir :
Başlangıçta karanlık ve sesiz olan kainatta kaos hüküm sürüyordu. Sonra Yaratıcı dünyaları yaratmayı arzulayarak “Dört Büyük Kuvvet”e yaratılışların başlaması için Kainat’ta düzen ve kanuna tesir etmelerini emretti. Düzen ve kanun tesis edildiğinde O’nun arzu ve emirlerine uygun olarak “Dört Kutsal” tarafından Yaratılış yaratılmaya başlandı.
Diğer bir tablette de şunlar yazılıdır :
Yaradan’ın emri üzerine “Dört Büyük Güç” Kâinatı ve içindekileri inşa etti. Onlar ki “Dört büyük İnşaatçılar”, “Göksel Mimarlar”, “Geometriciler”, “Dört Büyük Kuvveti” olanlar dünyayı inşa ettiler, ve hayatı meydana getirdiler.
MU inanışına göre yeryüzünde ilk hayat suda başlamış, ilk insan MU kıtasında akıllı bir varlık olarak ortaya çıkmıştır. Belgeler böyle söylemektedir.
MU’lular kıtalarının denizden çıktığına inanırlardı. MU’yu anlatan tabletlerden birinde MUkıtasının yaratılışına ilişkin şunlar yazılıdır :
Büyük yaratıcının emri üzerine onun istek ve arzularından çıkan kutsal “ Dört büyük Kuvvet ” , üzerinde insanın yaşaması için yaratılacak olan okyanus yatağını suyun yüzeyine çıkartmak amacıyla yer altı ateşlerini iş başına geçirdiler. Emre uygun olarak kıta yüzeye çıktı ve insan onun üzerinde yaratıldı, bundan böyle bu kıtanın ismi MU oldu.
MU’ lulara göre tanrı her şeyi yaratandır.
O’na hiçbir ortak ve katılan yoktur, erişilmezdir.
O her şeyi yaratandır, diye kabul ederler ve mademki her şeyi yaratan tanrıdır, o halde Tanrı bir Baba’dır derlerdi. Tanrı’ya Göksel Baba diyorlardı.
Ancak MU’da Tanrı’ya saygı o kadar yüksekti ki, adı ağza alınmazdı bu yüzden dua ve törenlerde Tanrı’ya ancak bir sembolün aracılığıyla hitap edilirdi.
Bu düşünce bir tablette şöyle ifade ediliyor :
insan için yaratıcı anlaşılamaz ve kavranılamaz.
Bunun için de ne resmedilebilir, ne de adlandırılabilir.
O “Adsız” olandır. MU’ lulara göre Tanrı insan için izahsız ve idrak edilemezdi.
Chuchward ; Mayalarda, Uygurlarda ve MU kültürünün ulaştığı bütün eski kavimlerde tek Tanrıdan “isimsiz olan” diye bahsedildiğini hatırlatır.
MU inanışına göre Yaradan, insanların önce bedenlerini yaratır, sonra da yaratılan bedenin içerisine Ruh’u koyar
(günümüze kadar gelen kutsal kitaplarda da bu türlü ifadelere rastlamak mümkündür.)
MU’lular beden ile ruh ayrılığını kabul edelerdi:
Bedene tekrar eski haline dönmesi emredilmiştir. Bu durumda bedenin yerine dönmesiyle ruh serbest kalacaktır.
Ruh’un bu serbestliği, dünya üzerinde başka bir beden tercih edinceye kadar devam edecektir.
Ancak MU’lular bu tercih etme süresinin ne kadar devam edeceği konusuna girmezler.
MU’lulara göre Ruh mademki bir bende giriyordu, o halde dünyada şu işleri yapması vazifesiydi:
İlkah edildiği bedene hâkim olması ve onu idare etmesi gerekiyordu
Ruh’un bedene hâkim olma birinci vazifesini yapabilmesi için tecrübe sahibi olması gerekirdi.
Bu duruma göre Ruh’un birçok kere bedenlenmesi gerekir.( Reenkarnasyon zaruretinin ifadesi)
Ruh çeşitli bedenlenmelerden sonra en son olarak bedene hâkim olacak ve bundan sonra Ruh “Göksel Babaya” kavuşacak, “Göksel Baba” nın içerisinde ebedi mutluluğa erecektir.
“Göksel Baba” sevginin ta kendisidir,Sevginin sembolüdür,büyük sevgidir. Bu büyük sevgi ne ölür ne de kaybolur. Bütün Kâinatı yaratıp, sevk ve idare eder. Dünyadaki Baba, “Göksel Baba” değildir. Fakat onun yansıması karşılığıdır. O halde dünya babasında da sevgi niteliğinin olması gerekir. Ve mademki “Göksel Baba”nın sevgisi dünyadaki babada da mevcuttur, o halde dünyada sevgi ne kadar asilleşir ve gelişirse “Göksel Baba”ya o oranda yaklaşır. Sevgi evrimdir. Sevgisiz “Göksel Baba”ya yaklaşılamaz derlerdi. Bu şekilde insanlar arasında sevgiyi ve özgeciliği sağlamışlardı.
Göksel Baba mademki dünyayı ve varlıkları yaratmıştır, o halde bütün insanlar birbirlerinin kardeşidir.
Ve mademki kardeşler bir babayı seviyorlar, bunlar da bir diğerini sevmekle yükümlüdürler. Yani Göksel Baba’yı sevebilmek için kardeşlerinin birbirlerini sevmeleri gerekmektedir.
Günün birinde bütün varlıklar Göksel Baba’nın hükümranlığına girmeye mecburdurlar. Bunun için yapılması gereken bir takım icapların yerine getirilmesi gereklidir. Örneğin:
Başta Göksel Baba’nın istediği erdemlere “sevgi, şefkat, merhamet, vs” sahip olmak, erdemin düşmanı erdemsizlikten (kin, düşmanlık vb) kaçmak uzaklaşmak gerekmektedir.
Mu Dini ve Hz. Musa Dini’nin Kökenleri ;
Churchward’a göre Hz.Musa, Oziris dinindeki 42 metinlerini inceleyerek dinini bunların üzerine kurmuştur. Churchward, Hz. Musa’nın dini Oziris dinidir der ve buna bir örnek olarak da Tevrat’taki “On Emir”i gösterir.
Churchward’a göre Hz.Musa, Oziris dinindeki 42 soruyu ele almış, bunları yaşadığı zamanın durumuna uyarlayarak birbiri ile ilişkili olanları birleştirmiş ve On Emir şekline sokmuştur.
Churchward şöyle diyor: “hiç şüphe yoktur ki Hz.Musa kendi dininin, ne fazla ne de eksik saf bir Oziris dini olduğunu çok iyi biliyordu. Yanlız o Oziris dinini kendi zamanının anlamına göre hazırlamıştı”
Churchward, “Hz. Musa’nın sembollerini Ezra yanlış çözmüş ve yorumlamıştır”der ve bu konuda şunları söyler:
Hz.Musa derin bilgili ve bir üstat idi. Dinde bilimde yüksek derecelere erişmişti. Tevrat’taki hataların kaynağı başkadır. Musa Tevrat’ı doğru yazmıştı ve sembollerle ifade etmişti. Sonraki tercümeler bunları bozmuştur. Musa’nın yazıları Mısır hiyeroglifi ve hiyeratikleriyle yazılmıştır. Papirus kil tabletler üzerine yazılmıştı. Beni İsrail’in Mısır’dan çıkmalarından sekiz asır sonra Ezra bir grupla beraber İsrail tarihiyle ilgili bütün tabletleri ve yazıları bir ayara toplayarak bunları bir kitap şekline soktu. Tevrat
meydana geldi. Ezra ve yardımcılarının mısır yazısı ve hakkında derin bilgileri olmadığından bu yanlışlıkların olması doğaldır. O yazıları yalnız bir üstat anlayabilirdi. Bunların yetersizliklerini Mısır, Kalde, Hindu ve Maya belgelerinde gördüğümüz orijinalleriyle karşılaştırdığımızda anlıyoruz. Musa’nın yazdıkları makuldü. Onlar ise saçmaladılar, çok yerde anlamadıkları sembollere rastlayınca oraya tarihi hikayeler, efsaneler sıkıştırdılar.
Musa Tevrat’ı, Naakaller’in Mısır’a getirdiği belgelerden yapmıştır.
MU KOLONİLERİ ve KOMİNİST DÜZENLERİ ;
Churchward MU kolonilerinin yönetilişleri hakkında şöyle bir açıklama yapmaktadır :
Bir MU kolonisi krallık yada imparatorluğa dönüştüğünde, ilk kral Anavatanın kraliyet ailesinden biri ya da muhtemelen, bazı durumlarda atanan bir kişiydi. Atama söz konusu olduğunda yeni kral “Güneşin oğlu” adını alırdı. Bu Güneş imparatorluğunun, Güneş sülalesinin ya da Güneş İmparatorluğunun Oğlu anlamına gelirdi.
Önceleri MU’nun kanunları tüm insanlığı idare ediyordu. MU battığı zaman bu idareci kanunlar da karışık bir manzara arz etmeye başlamışlardı. Her koloni için yeni bir idare şekli düzenlenmesi gerekti. Böylece sonradan her bir koloni kendi kendini idare etmek zorunda kaldı.
Kolonilerde toplumcu bir ekonomik düzen vardı. Bu toplumcu ekonomik düzen daha çok W.NİVEN’ in Meksika’da bulduğu tabletlerde anlatılmaktadır. Bu tabletlerin sahibi olan MUkolonisi için, Churchward şöyle demektedir :
“devletlerin şekli tam sosyal ( komünist ) bir devlet idi. Bütün ürünler eşit bir şekilde bölünüyordu ve paradan herhangi bir yerde söz edildiğini duymadım.” Bu olayın anlamı MU ve Kolonilerinde Üretimin İhtiyaç için yapıldığı, çelişkinin insan ile doğa arasında olduğudur. Bu gün dünyamızda üretim komprador tekelci burjuvazinin çıkarları doğrultusunda kar amacı ile yapılmakta ve bir avuç insanı mutlu kalan büyük çoğunluğu da mutsuz bir hayatı yaşamaya mahkum etmektedir.
W.NİVEN’in bulduğu tablet grupları arasında özellikle 2 numaralı tablet grubu bu toplumcu ekonomik düzeni daha ayrıntılı olarak anlatmaktadır. Churchward, bu tablet grubu için şunları söylemektedir :
“bu oldukça enteresan bir grup tablettir; şu bakımdan ki Komünist bir devletin ürün ve toprak bakımından 12.000 yıl önce, Amerika’daki toplumsal pratiğini göstermektedir. Bunlar düzinelerle tabletler arasından yalnız dört tanesidir. Ürün ve arazi ile ilgilidir. Bu grup tabletlerden şu ortaya çıkmaktadır ki, bütün topraklar hükümetin elinde idi, halktan belirli kimseler bu araziye ürün ekelerdi, gereksinmeye göre bu bölümlere ayrılırdı.
Bu grup tabletlerde anlatılanlar nadir değildir ve bütün doğu Asya ülkelerinde bulunmaktadır. Bu komünist şekil halk arasında ne kadar ileri idi, bunun hakkında bir şey söylenemez. W.NİVEN’ in 2600 tableti arasında paradan bahsedildiğini hiç görmedim. Bu tabletler bir araya getirilip deşifre edildiğinde yetiştirilen ürünün toplandıktan sonra bölümlerle dağıtıldığı anlaşılmaktadır. Bazı belirli tabletlerde şunu da gördüm ki, belirli yüzde alınan ürünlerden bir kısmı devlete verilmekteydi. Diğer kısmı da tapınaklara ve belirli bir kısmı da her şahsa dağıtılmaktaydı. Böyle bir dağıtımdan sonra geriye ürün kalırsa, bu komüne ait zahire ambarına götürülür ve orada ileride örneğin kıtlık zamanında kullanılmak üzere muhafaza edilirdi. Bu ambardan artan ürün ise tekrar halka dağıtılırdı, halk arasında fakirlik ve ihtiyaç bilinmezdi. Aynı tarz İNKA devletlerinde de keşfedilmişti, onlarda da vardı. Bugün bile bazı küçük doğu Asya ve uzak doğu devletlerinde bu yaşam tarzı vardır.
Gerek tabletlerde ve gerekse doğuya ait yazılarda şu gösterilmiştir ki, bütün dağıtım her yerde aynı değildir. NAGA ülkelerinde bir kural olarak ürünün 1/6’i devlete ve tapınaklara verilirdi. Bir çok UYGUR arazilerinde ise genellikle ürünün 1/9’i aynı amaçla kullanılırdı. Dağıtımın bu değişik şekillerinin nedeni hakkında hiçbir bilgi yoktur. Bu grup tabletlerde, üründen, hükümet ve tapınaklar için ayrılan payın 1/6 ve 1/12 arasında değiştiği görülmektedir. Ürünün tapınaklara giden kısmına “kutsal pay” denilirdi.
İnsanoğlunun sahip olama iç güdüsünü terk edip, paylaşımcı ortak bir yaşam felsefesini benimsemesi insanın doğasına aykırı bir olay. İnsan oğlunun bugün yarattığı medeniyet ve uygarlık böyle bir deneyimi hiçbir zaman yaşamadı. James Churchward’ın deşifre ettiği tabletlerde anlattıklarına göre MU kıtasında ve kolonilerinde insanlar bu sistemde 200.000 sene mutlu bir şekilde yaşamışlar ve doğa ile olan çelişkileri onları bilimde bugün bizlerin aklının alamıyacağı bir teknolojiye sahip olmalarını sağlamıştır. İnsanoğlu yüzlerce, binlerce yıldır yaşamaya alıştığı bireysel yaşam ve sahip olma içgüdülerinin yönlendirmesiyle ortak, paylaşımcı bir hayat tarzına her zaman olumsuz bakmış ve kişisel çıkarları için bir tehlike olarak görmüştür. Bu sebeplerden dolayı benzeri düşünceleri her ne pahasına olursa olsun yok etmeye çalışmıştır. Sosyal, paylaşımcı ortak yaşama inanan idealist kişilerde toplumdan soyutlanarak dışlamıştır. Bunun yanında kısmende olsa daha sosyal ve paylaşımcı bir anlayışta olan, yaşamı daha bir düzene sokarak, sınıflar arasındaki farklılaşmayı sunide olsa aza indirmeyi hedefleyip birlikte yaşamın nimetlerinden yararlanmayı öğütleyen İslamiyet dini de düşman ilan edilip nasibini almıştır. Dünyanın yakın geçmişinde; sahip olma içgüdüsünün büyütüp geliştirdiği, kar amaçlı üretim değil halkın ihtiyacı için üretim yapacak ve sosyalist oldukları idda edilen birtakım devletler kuruldu. Bu devletler uygulamaya çalıştıkları sosyalist sistemde bir şekilde kendi üst sınıfını yaratıp, tamamen amaçlarından saparak, çelişkilerin sadece doğa ile olduğu insanlığın mutluluğunu hedefleyen ideallerini unutularak, azınlıkların baskıcı rejimlerine dönüşmüşlerdir. Kısacası insanlar bencilliklerine ve sahip olma duygularına yenilmişlerdir.
Mu‘dan göçen insanlar çeşitli yerlere yerleşmişlerdir. Mu uygalığının kolonileştirdiği ve daha sonra bağımsızlaşarak birer imparatorluğa dönüşen en önemli iki devleti, ATLANTİS ve UYGUR İmparatorluklarıdır. Ayrıca bugün Antik Mısır, Çin, Hint ve Maya uygarlıkları diye bilinen uygarlıkların kökeninde de Mu uygarlığı yatmaktadır. O zamanlarda insanlar sahip oldukları bazı telepatik vb güçlere, dejenerasyonun ve bozulmaların getireceği felaketi önceden öğrenip, anlayıp ve göç etmişlerdir. Örneğin UYGUR kabilesi kuzeye gidip Asya’ya yerleşmiştir ve binlerce yıl sonra kurulan UYGUR devletinin adı bu bağlamda tesadüf olabilirmi ! Bu kabilelerden biri olan KARYEN ler de uzun bir yolculuktan sonra Akdeniz ve Ege denizine ulaşmışlar buraları kendilerine yurt tutmuşlar. Bunlarda lise tarih kitaplarından okuduğumuz gördüğümüz Sümer, Hitit, İyon, Lidya, Trak, Yunan vs lerin ataları oldukları sanılıyor. Heredot karyen soyundan geldiğini iddia edip ve övündüğü anlatılır. Ayrıca Yunan alfabesi Mu kıtasının batış destanını anlatan harflerden oluşmaktadır, şöyleki ;
Al-paa-ha (alpha)* be-ta(beta)* kam-ma (gamma)* tel-ta (delta)* ep-zil-onom (epsilon)* ze-ta (zeta)* et-ha (eta)* thetheha-ha (theta)* ıo-ta (ıota)* kap-paa (kappa)* lam-be-ta (lambta)*MU (mu) ve devam eder..
ALPHA – Al: ağır şiddetli, PAA: kırmak, ha: su
BETA – BE: yürümek, TA: düzlük, yer,ova, zemin
GAMMA – KAM: mağruz kalmak,almak, MA: anne, dünya,toprak
DELTA – TEL: derin,taban,dip,alt, TA: bulunduğu yer
EPSİLON – EP: engel olmak, ZİL: sınır oluşturma,kenar yapmak, ONOM: büyük fırtına, hortum,kasırga
ZETA – ZE: saldırmak,çarpmak,vurmak, TA: bulunduğu yer,
ETA – ET: birlikte,ile, HA: su
THETA – THETHE kaplamak,genişletmek, HA: su
IOTA – IO: canlı, yaşayan hareketeden herşey, TA: bulunduğu yer
KAPA – KA: çökelti, tortu, tümsek, PAA: kırmak, engel olmak,zorla girmek
LAMBDA – LAM: batmak, BE: ğitmek,yürümek TA: bulunduğu yer
Nİ – Nİ: uç,zirve,doruk
Xİ – Xİ: doğmak,görünmek
OMİKRON – OM: döndürmek, İK: rüzgar, LE: yer, ON:dairesel
Pİ – Pİ: yavaşyavaş yerleştirmek
RHO – LA: kadar, BO: gelmek
SİGMA – Zİ: soğuk, İK: rüzgar, MA: toprak,ana
TAU – TA: nerede, U: dip,çukur,uçurum
UPSİLON – U: Dip,çukur,uçurum, PA: gölcük, Zİ: soğuk, LE: yer, ON: dairesel
PHİ – PE: gelmek, Hİ: çamur, kil
CHİ – CHİ: ağzı açık
PSİ – PE: gelmek,gitmek, Zİ: buhar
OMEGA – O: orada, MEC: döndürmek, KA: tortu.
şimdi bunları birleştirip hikaye haline getirirsek ;
Sular şiddetle ovalara hücum edip yayılır. Tümseklerin olduğu alçak yerlerdeki toprakları kaplar. Sahiller oluşturur ve girdaplar yeryüzüne saldırır. Sular,yaşayan ve hareket eden bütün her şeye yayılır. Tümsekler dayanamaz ve MU toprakları batar. Yalnız su üstünde kalan yüksek tepeler görünürde kaldı. Soğuk hava gelene kadar yavaş yavaş hortumlar,kasırgalar eser. Önceden vadilerin olduğu yerlerde artık uçurumlar ve soğuk derinlikler vardır. Daire şeklinde yerlerde çamur tabakaları oluşur. Açılan bir ağızdan dumanlar ve lavlar fışkırır, sonra buhar ve volkanik tortu gelir… Yunan alfabesi sonuna kadar böyle devam ediyor.
Ne kadar ilginç değilmi ! Sizcede MU Uygarlığını yaratan bu akıllı insanlar Yunan alfabesiyle bizlere geçmişten bir mesaj göndermiş olamazlarmı ? Bir başka ilginç nokta ise Yunan bayrağındaki haç işareti sanıldığı gibi hristiyanlığı temsilen değil; MU kıtasından getirdikleri kutsal işaretlerden biridir ve hayatı yaratan dört kutsal gücü temsil eder. Almanların kullandığı gamalı haçın değişik şeklidir, Orta Asyada Türkler arasında Davut yıldızı gibi bu haçta kullanıla gelmiştir. Gamalı haç ise AVŞAR boyunu temsil eder.
Batı hayranı kimseler tarafından her tartışmada Türkler için söylenen savaşmaktan başka bir şey bilmezler medeniyete hiçbir katkıları olmamıştır türünden sözlerde Batılı bir bilim adamı olan James Churchward tarafından ortaya atılan Uygurlar vesilesi ile çürütülmüş oluyor. Bir yandan İrlandalıların Basklıların kökenlerininde Uygurlara dayandıkları görülsede Uygur başkenti Khara Khoto Gobi çölünde kumların 5 veya 10 metre altında olması ve bugün Çin’in şincan bölgesinde yaşıyan insanların kendilerini Uygur Türkleri olarak adlandırıp Türkçe konuşmaları onların binlerce yıl önce muazzam bir uygarlığın mirasçıları olduğuna şahitlik eder. Ayrıca yine o bölgede bulunan ve bugünlerde sıkça konuşulmaya başlanan Mısır
pramitlerinden çok daha eski olduları ve Çinli yöneticiler tarafından saklanmaya çalışılan Türk pramitleri gerçeklerin anlatıldığı gibi olmadığına şahitlik ediyor.
Churchward’ın Naakal tabletlerinden deşifre ettiği bilgilerde Uygurlar hakkında yazdıklarına bir göz atalım;
Uygur, kutsal kitaplara göre doğu yarısını yok eden “Sel” zamanında MU’ya ait ana koloni imparatorluğuydu.Çin efsaneleri aşağı yukarı 17.000 yıl önce Uygurların medeniyetlerinin doruğunda olduğunu söyler. Bu tarih jeolojik olgularlada uyum sağlıyor. Uygur imparatorluğu’nun güçlü kolları Pasifik Okyanusu’ndan Orta Asya’ya geçerek Hazar Denizi’n den Doğu Avrupa’ya kadar uzandı. Bu Britanya Adaları Avrupa kıtasından ayrılmadan önceydi.
Uygur imparatorluğu’nun güney sınırı Çin Hindi, Bruma, Hindistan ve Pers imparatorluğu’nun kuzey sınırları boyunca uzanıyordu ve bu olay, Himalaya ve diğer Asya dağları yükselmeden önceydi.
Kuzey sınırları Sibirya’ya kadar genişledi, fakat ne kadar olduğunu söyleyecek bir kayıt bulunmamaktadır. Şehirlerinin kalıntıları Sibirya’nın güney bölümünde bulundu. Sonunda Uygurlar kendilerini Hazar Denizi’nin batı ve kuzey kıyılarından Avrupa’nın içlerine kadar genişletti, bununla ilgili olarak eski bir Hindu kaydına göre sınırları buradan Orta Avrupa üzerinden, batı sınırı İrlanda’ya kadar devam etti.
Kuzey ispanya’ya, kuzey Fransa’ya ve balkanlar bölgesine yerleştiler. Son zamanlarda Moravya’da yapılan arkeolojik keşifler Uygurlardan kalan kalıntılardır ve etnolojistlerin insanoğlunun Asya’da ortaya çıktığı teorisine dayanan kalıntılar da, Uygurların Avrupa’da ilerlerken geride bıraktıkları izler olmuştur.
Uygurların tarihi ARİlerin tarihidir.
Etnologlar, tamamen Ari olmayan, farklı bir koloni kısmına ait olan belli bir beyaz ırkı ARİ olarak sınıflandırdı.
Uygurların başkenti, şu anda Gobi çölünde olan KHARA KHOTO kalıntılarının olduğu yerdi. Uygur imparatorluğu zamanında Gobi Çölü sonderece verimli bir araziydi.
Uygurlar, uygarlığın ve kültürün yüksek sınırlarına ulaşmışlardı; astrolojiyi, madenciliği, tekstil endüstrisini, mimarlığı, matematiği, tarımı, okumayı, yazmayı, tıbbı vs. biliyorlardı. İpek, metal ve ağaç üzerine yapılan süsleme sanatında ustaydılar ve altın, gümüş, bronz ve kilden heykeller yaptılar; ve tüm bunlar Mısır tarihinin başlangıcından önceydi.
Uygur İmparatorlugu’nun neredeyse yarısı, Mu yok olmadan önce, diğer yarısı da Mu’nun batmasından sonra yıkıldı. Profesör KOZLOFF, Khara Khoto’nun 15 metre altında bir mezar keşfetti. İçerisinde hiç ellenmemiş, içinden hiçbir şey alınmamış halde büyükbir hazine buldu ve fotoğrafladı. Bu fotoğraflardan bazılarını ele
geçirebildim ve iki tanesini sembolik olduklarından deşifreleriyle birlikte çoğalttım. Bence bu fotoğraflar 16.000 ila 18.000 yıl önceki bir zaman aralığını anlatıyor.
Bunlar bize kim olduklarını ve ne olduklarını anlatan sembolik resimler. Resmin aslı ipek üstüne yapılmış ve kraliçeyle eşinin oturur bir durumda olduğunu gösteriyor. Şimdi kraliçenin sembolüne bakalım. Kafasında, içinden üç ışın gurubu çıkan ortası yuvarlak üç köşeli bir taç var. Arkasında büyük bir yuvarlak yani güneş var. ( bugün İSA ve Havarileride aynı yuvarlaklarla birlikte tasvir edilir )Başının arkasında ise küçük bir yuvarlak, küçük bir güneş var. Büyük yuvarlak MU’yu, küçük yuvarlaksa Uygur koloni imparatorluğunu sembolize ediyor.Başında taçta bulunan güneşin sadece yarısında ğüneş ışınları olması koloni imparatorluğunun armasını gösterir. Sol elinde sonu üç köşeli anavatanın sayısı bir asa taşıyor. Lüks içinde olduğunu ve anavatanın çiçeksel sembolü olan tamamen gelişmiş kutsal bir lotus çiçeğinin içine oturuyor. Eşi ne bir asa taşıyor nede ışınlı güneşi var, ama bir kürenin içinde oturuyor.
KOZLOFF’ta birçok farklı biçimde ve türde asa resmi vardı. Kraliçenin elinde tutuğu bu asa ve daha sonraki tarihlerde tuttuğu asa farklı biçimdedir.ancak uçları anavatanın sayısını vermek için üçe ayrılmış olduğundan sembolik olarak aynı şekilde okunur.
Böylelikle Asya’nın, Amerika’nın, Güney Denizi Adalarının ve Yeni Zellanda’nın sembollerinin Aynı hikayeyi anlattığını görüyoruz. Atalarımız mezarlarından kalkıp bize MU kıtasına ne olduğunu kendi ağızlarıyla söylemedikçe, bundan daha açık ya da ikna edici başka bir şey olabilirmi ?
İlkel insanlar öyle kültürsüzlerdi ki “ mutlak “,” ebedi “,” herşeye kadir “ gibi kelimeleri özel bir eğitimden geçmeden anlayamazlardı…
James Churchward’ın yazdığı araştırma kitaplarından alıntılar yapılarak yazılmıştır... Davut Altınbaşak, Misafir Yazarlar
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder